• 26 Nisan 2011, Salı

Köyümü özledim

Akşam eve geldiğimde kendimi o kadar yorgun hissediyordum ki birkaç lokmayı zorla yutup kendimi çiftli koltuğun üzerine attım; kısa süre sonra uyuyup kalmışım. Eşim beni alıp yatak odasına adeta sürüklerken sarhoş gibiydim. Sabah yine aynı yorgun bedenle kalktığımda saat 06.30’u biraz geçiyordu. Eşim çoktan uyanmış mutfağın akşamdan kalan karışıklığını düzeltmeye çalışıyordu.


Günaydınlaştıktan sonra ona yardıma koyuldum. Kaynayan suyla çay demledikten sonra masaya kahvaltı için gerekli olanları koydum. Mutfağın eski halini alması ve kahvaltının hazırlanması yarım saati bulmuştu.

Büyük kızın uykulu gözlerle kapıdan bizi izlediğini gördüğümde saat 7’ye geliyordu. Her zamanki sevimliliğiyle birer öpücükten sonra masaya çöreklendi.

“Dayımı aradığınızda çemen istemediniz değil mi” diye serzenişte bulundu. “Bu akşam kendim arayıp söyleyeceğim.”

Masada yüzeysel araştırmasını yapıp birkaç lokma ondan bundan atıştırdıktan sonra kalkıp kardeşini uyandırmaya gitti. Biraz sonra ailece kahvaltımızı yapıyorduk.

Nükleer savaş gibi bir sabahı daha yaşıyorduk aslında. Herkeste bir telaş vardı. Çocukların servisi gelmek üzereydi. Her sabah yetişmek için çaba harcayıp duruyorlardı ve zar zor yetişiyorlardı. Eşimle aşağıya indiğimizde bizi bekleyen sürpriz güne ne kadar kötü başladığımızın gösterecekti; arabanın önü ve arkasına park edilen araçlar yüzünden yola koyulmamız on dakikayı geçti. Eşimi iş yerine bırakıp büroya varmam zamanlama açısından iyiydi. Saat dokuza geliyordu. Yol boyunca trafiğin stresinin etkisiyle kendimi koltuğa atıp öylece kaldım. Sekreterin getirdiği çay dünyanın en berbat içeceğiydi; aslında berbat olan benim ağzımdı.

Gün boyu işin stresini yaşadıktan sonra dönüş senaryosunu yaşamam gerekiyordu. Eşimi iş yerinden aldıktan sonra alışveriş için birkaç yere uğramak zorunda kaldık. Bizim gibi herkeste ayrı bir telaş vardı. İnsanlar bir an önce kendilerini eve atmanın planını yapıyorlardı. İtişip kakışmalar, sert yüz ifadeleriyle birbirlerini gözsel tehditlere varan tacizler, arkası kesilmeyen homurdanmalarla alışverişimizi yapıp eve koyulduk.
Ev bıraktığımız gibiydi. Sabahın telaşıyla görmediklerimiz bize adeta sırıtıyordu. Salon darmadağındı; akşamdan kalma. Mutfak girilecek gibi değildi; sabahtan kalma. Yatak odalarında her şey orada buradaydı; günlerce öncesinden kalma gibi.

Akşam yemeğinden sonra balkona çıkıp bir sigara yaktım; hala bırakamamıştım şu lanet olası sigarayı. Nisan ayının son günleri olmasına rağmen dışarıdaki kömür kirliliği son haddinde sürüyordu. Deli gibi akıp giden trafiğin gürültüsü kömürün yukarıdaki baskısından daha berbat geldi o an.
Ayaklarımızı uzatıp ailece güle oynaya sohbeti haftada bir bile yapamıyorduk. Onca para verip aldığımız, dünyanın parasıyla döşediğimiz şu evde o kadar az vakit geçiriyorduk ki. Çocukların okul telaşı, bizim iş telaşımız neredeyse bizi insanlıktan çıkarmış gibiydi.

Eşim ve ben iyi kazanıyorduk. Çocuklar yarını olan bir okulda okuyorlardı. Evimiz, arabamız, yazlığımız da vardı. Ailece huzurlu, mutlu bir yaşamımız vardı ama bir şeyler vardı bu şehirde beni huzursuz eden. Ne olduğumu bulmaya çalışırken balkon kapısından dışarıya eşimin geldiğini fark ettim.

“Ne düşünüyorsun” diye sondu elimi okşarken.

Ağzımdan dökülen sözcükler ikimizi de ürpertmeye yetip artmıştı.

“Köyümü özlüyorum” dedim.

ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.


Bugün için kayıtlı nöbetçi eczane bilgisi bulunamadı.